Türkiye aktif iklim politikası uygulayarak milli gelirini artırabilir!

Boğaziçi Üniversitesi Turizm İşletmeciliği Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Sevil Acar’ın Bilkent Üniversitesi’nden Prof. Dr. Erinç Yeldan ile birlikte hazırladığı “Dual Bir Ekonomide Sürdürülebilir Büyüme ve İklim Değişikliği ile Mücadele” başlıklı TÜBİTAK projesi, hem reel milli gelirin artmasını hem ülke genelinde işsizliğin ve kayıt dışı istihdamın azalmasını sağlayacak bir iklim politikası paketi öneriyor.

Proje ayrıca, yoksul bölgelerdeki yenilenebilir enerji yatırımlarının artmasıyla söz konusu bölgelerin gelir ve istihdamının zengin bölgelerinkinden daha fazla artacağı bir senaryo çiziyor. ODTÜ öğretim üyesi Prof. Dr. Ebru Voyvoda’nın da katılımıyla “Macroeconomics of Climate Change in a Dualistic Economy: A Regional General Equilibrium Analysis (Dual Bir Ekonomide İklim Değişikliğinin Makroekonomisi: Bölgesel Bir Genel Denge Analizi)” başlığıyla kitaplaştırılan ve Elsevier Yayınevi’nden yayımlanan çalışmada, aktif bir iklim politikası uygulandığı takdirde 2040 yılında karbondioksit salımının yüzde 19 daha az olacağı ve toplam elektrik üretiminin yüzde 55’inin güneş enerjisi ve rüzgârdan sağlanacağı da elde edilen bulgular arasında.

Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü mezunu olan ve Boğaziçi Üniversitesi Turizm İşletmeciliği Bölümü’nde enerji politikalarının iklim değişikliğine etkileri üzerine çalışmalarını sürdüren Doç. Dr. Sevil Acar’ın, Bilkent Üniversitesi Ekonomi Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Erinç Yeldan ile hazırladığı TÜBİTAK 1001 projesi, Türkiye’nin enerji politikalarının nasıl iyileştirilebileceği üzerine odaklanıyor. Projenin amacının Türkiye için yeşil bir kalkınma rotası çizmek olduğunu belirten Doç. Dr. Acar, projenin sadece bir ekonomi projesi olmadığını ve enerji politikalarının makroekonomik etkileri yanında çevresel etkilerini de incelediğini aktardı. “Halen sanayide kirletici sektörler, enerjide fosil yakıtlar hâkim. Projede biz daha yeşil bir kalkınma patikasına nasıl geçebiliriz diye bir tahayyülde bulunduk,” ifadeleriyle projenin amaçlarını aktaran Acar, yeşil kalkınmayı beraberinde getirecek iklim politikası paketinin, mevcut kömür teşviklerinden vazgeçilmesi, karbon vergisi konulması, yenilenebilir enerji fonu oluşturulması ve enerji verimliliği uygulamalarının geliştirilmesi olmak üzere dört ayaktan oluştuğunu ifade etti.

“Türkiye hala fosil yakıtlara yüklü teşvikler veriyor”

Projenin ilk ayağının kömür teşviklerinden vazgeçildiği durumda devlet bütçesinde nasıl bir değişikliğe yol açacağını hesaplamak olduğunu ifade eden Doç. Dr. Sevil Acar, “Eski çalışmalardan birinde sadece 2013 yılında 730 milyon dolarlık bir kömür teşviki ayrıldığını bulmuştuk ki bu sadece hesaplanabilen kısımdı. Bununla birlikte petrol ve doğalgaz arama faaliyetleri için ayrılan bütçeler de var, onlar da katıldığında 1,2 milyon dolarlık bir fosil yakıt teşvik bütçesi ortaya çıkıyor, bu da o yıl için milli gelirin binde 2’si demek. Bu rakam küçük görünebilir ama kömür gibi küçük bir sektör için aslında büyük bir rakam. Üstelik vergi indirimleri, vergi muafiyetleri, indirimli fazi desteği, satın alım garantileri, fiyat garantileri, çevre yükümlülüklerinden muafiyetler gibi hesaba katmadığımız başka kalemler de var. Bunları da dikkate aldığımızda teşvik miktarı çok daha artar; biz sadece hesaplayabildiğimiz kadarından vazgeçildiği durumda bütçenin nasıl etkileneceğini inceledik,” ifadelerini kullandı.

Önerdikleri yeşil kalkınma politikasının ikinci ayağını “kirleten öder” prensibiyle karbon salan sektörlerden ve hane halklarından karbon vergisi alınması olarak belirlediklerini paylaşan Acar, Türkiye’nin hemen hemen bütün sektörlerinin enerji kullanırken fosil yakıta bağımlı olduklarını vurguladı: “Hem karbon salan sektörlerden hem de hane halklarından atmosfere saldıkları karbon oranında vergi alınması, herkesin kirlettiği oranda vergi vermesi anlamına geliyor. Oluşturduğumuz modelin 2040’a uzanan bir ufku var ve ‘kirleten öder’ prensibiyle alınan karbon vergisi 2040 yılında milli gelirin yüzde 2’sine tekabül eden bir vergi geliri oluşturabilir.”

“Karbon salımı yüksek olan endüstriler kendilerini dönüştürmek zorunda”

Dünyada karbon vergisi politikasını uygulayan çok sayıda ülke olduğunu aktaran Doç. Dr. Acar, “Karbon vergisi tartışılan bir konu ve tek yol değil. Örneğin Avrupa’daki emisyon ticareti sisteminde kirletmek isteyenin kirletme hakkını satın aldığı bir uygulama olarak kullanılıyor. Bu iki modeli beraber kullanan, yani hem karbon ticaret sistemine dâhil olup hem de kendi ülkesinin sınırları içinde karbon vergisini işleten ülkeler de var. Bizim odak noktamız mali transferler ve teşvikler olduğu için karbon vergisini inceledik ama karbon ticareti uygulaması da iyi kurgulandığı takdirde bir çözüm olabilir,” ifadelerini kullandı.

“Kirleten öder” prensibiyle karbon vergisi konulduğunda demir-çelik, çimento endüstrileri gibi büyük üretim yapan kuruluşlara dair soru işaretleri oluştuğuna dikkat çeken Acar, bu şirketlerin zarar edeceği anlamına gelmediğini, ancak kendilerini dönüştürmek zorunda kalacaklarını belirtti: “Demir-çelik endüstrisi gibi endüstriler karbon vergisinin getireceği maliyetten dolayı daha temiz teknolojilerle üretim yapmak zorunda kalacaklar, yapmıyorlarsa da kirlettikleri oranda bedel ödeyecekler; çünkü aslında şu anda bu bedeli bu havayı soluyan ve iklim değişikliğinden etkilenenler olarak hepimiz ödüyoruz. Elbette tüm sektörlerin bu dönüşümden memnun olacağını söyleyemem. Bazı sektörler küçülmek ya da dönüşmek zorunda kalacaklar ki zaten dönüşmeye başlayan şirketler var; ama şu anda bu dönüşüm sadece bir sosyal sorumluluk politikası olarak uygulanıyor. Gerçek şu ki bu dönüşüm şirketlerin inisiyatifine bırakılmamalı, ortada kamusal bir sorun olduğu için devletin müdahalesi gerekli, çünkü şu anda kirletenin, karbon salanın bedel ödediği bir mekanizma yok. Üstelik artık dünya da daha yeşil teknolojilerle daha yeşil ürünlerin üretildiği bir yere doğru gidiyor ve tüketiciler de bunu talep ediyor. Türkiye kirli teknolojilerle kirli üretim süreçlerini sürdürerek böyle bir dünyada yerini koruyamaz.”

İklim politikasının ilk iki ayağı sayesinde devletin hem kömür teşviklerinden vazgeçerek hem de karbon vergisi yoluyla yeni bir gelir kaynağı elde edeceğini açıklayan Acar, bu gelirlerin devletin oluşturacağı yenilenebilir enerji fonuna aktarılmasının da aktif iklim politikasının üçüncü ayağını oluşturduğunu belirtti. “Oluşturulacak yeni fonun amacı yenilenebilir kaynakların kullanımını teşvik etmek ya da bu konuyla ilgili Ar-Ge yapmak olabilir, ama önemli olan bu fonun sadece yenilenebilir enerjiyi desteklemek üzere kullanılması,” ifadeleriyle projenin üçüncü ayağını açıklayan Acar, projenin son ayağının ise enerji verimliliği uygulamalarına odaklandığını dile getirdi ve “Zaten Türkiye’de enerji verimliliği ile ilgili teşvikler devam ediyor ve hem bu teşvikler sayesinde hem de teknolojik gelişmelerin getirdiği yenilikler sayesinde enerji verimliliği yıllık %0,5 ile %1,5 oranında artıyor. Bu noktada 2040’a uzanan ufukta bu artışın korunduğunu varsaydık; bu da yeşil kalkınma politikasının son ayağını oluşturuyor,” ifadelerini ekledi.

“Yoksul bölgelerde yenilenebilir enerjinin istihdam yaratma potansiyeli fosil yakıtlardan daha yüksek”

İklim politikası paketinin makroekonomik ve çevresel göstergelere etkisi incelenirken, Türkiye’nin homojen kabul edilemeyeceğini vurgulayan Doç. Dr. Sevil Acar, bu noktada “dualite” kavramından yararlandıklarını paylaştı: “1950’li yıllarda dual ekonomi kavramı ortaya çıktığında kırsalda yaşayan ve geleneksel tarımla uğraşan insanların istihdam fazlalığının kentsel nüfusu ve verimliliği yüksek sanayi kollarını sürekli besleyeceği ve bu yolla iktisadi büyüme olacağı öngörülüyordu. Bugün ise kırdan kente doğru sınırsız bir istihdam arzının olmadığını ve kente gelen insanların iş bulmakta zorlandığını görüyoruz. Dolayısıyla dualite sadece buradan kaynaklanmıyor. Bu dual yapı içerisinde daha yüksek  gelir düzeyine ulaşma yolunda ilerleyen “orta/yüksek gelir ülkesi  Türkiye” ve yoksulluk  tuzağından çıkmaya çalışan “yoksul Türkiye” bulunuyor. Bu sınırlar çok belirgin olmasa da teşvik mekanizmaları kurgulanırken bile az gelişmişlikten çok gelişmişliğe doğru bölgesel bir sınıflandırma olduğunu görüyoruz. Önerilen politikalar da yoksul ve zengin Türkiye’yi farklı şekillerde etkiliyor, bu nedenle projede Türkiye’yi iki bölgeli bir model olarak inceledik. Dual yapı  “yoksul Türkiye”yi yoksulluk tuzağı içerisine sıkıştırıyor, bölgeler arası eşitsizliğe sebebiyet veriyor, enformel işgücü piyasa yapılarının oluşmasına ortam hazırlıyor, çevrenin tahribatına sebep oluyor. Bununla birlikte, “yüksek gelirli Türkiye” yüksek kurumsal vergilerin ve iklim  değişikliği yönetmeliklerinin üretim maliyetleri üzerinde yarattığı  yükü “yoksul Türkiye”ye yansıtıyor. Bu durum kayıt dışılık ve yoksulluğun baş gösterdiği sürdürülemez bir büyüme trendine sebep oluyor.”

Daha verimli bir çalışmanın Türkiye’nin daha çok sayıda bölgeye ayrılarak yapılacağını ancak ellerindeki verilerle iki bölgeli bir modelleme yapabildiklerini paylaşan Acar, zengin ve yoksul Türkiye’nin üretim ve enerji kompozisyonları, çevre göstergeleri ve istihdam politikaları gibi yönlerden ayrıştıklarını vurguladı. “Türkiye’de kayıt dışı istihdam olgusu hem çok gelişmiş hem az gelişmiş bölgelerde bir sorun. Çok gelişmiş bölgelerin içinde de dual yapılar var ve oralarda da enformalleşme, işsizlik ve yoksulluk ile karşılaşıyorsunuz. Bu, Türkiye’de dualitenin kendini sürekli yeniden ürettiğini gösteriyor. Bu durum sadece Türkiye için geçerli değil, örneğin Meksika’da da bizdeki gibi ikili yapılar mevcut ve hatta orada “two-speed” (iki hızlı) ekonominin yürüdüğünü söyleyen raporlar söz konusu,” ifadelerini kullanan Acar, önerdikleri aktif iklim politikası paketinin Türkiye’deki dualite sorununu da çözebileceğini aktardı.

Yoksul bölgelerdeki yenilenebilir enerji yatırımlarının artmasıyla kayıt dışı iş gücünün azalacağını vurgulayan Doç. Dr. Acar “Türkiye’yi iki bölgeli bir yapı olarak incelediğimizde yoksul bölgelere yapılan yatırımların oraların istihdamında daha fazla bir ivmelenme yaratacağını görüyoruz. Bu başarının bir kısmı, düşük gelirli bölgede işgücü piyasalarının kayıt altına alınmasından kaynaklanıyor. Düşük gelirli bölgenin formel istihdamının 2040 yılında %8.2 oranında artacağını öngörüyoruz. Kayıt dışı istihdamın azalmasının yanında işsizlik de yoksul bölgelerde daha büyük oranda azalacak, çünkü yenilenebilir enerji yatırımları beraberinde o bölgelerde farklı sektörlerin, sanayilerin de gelişmesine önayak olabilecek. Kısacası yoksul bölgelerde yenilenebilir enerjinin istihdam yaratma potansiyeli fosil yakıtlardan daha yüksek,” ifadelerini kullandı.

“İklim değişikliğine yönelik politika yapmak büyümeyi yavaşlatmaz”

Türkiye’de uzun yıllardır kalkınmacı bir bakış açısıyla kömür teşvik mekanizmalarının yoksul bölgelere öncelik verilecek şekilde düzenlendiğini aktaran Doç. Dr. Acar, bu politikaların yoksul bölgelerin lehine gibi göründüğünü ama o bölgeler için zararlı sonuçlar doğurduğunu dile getirdi: “Yoksul bölgelere yönelik teşviklerde kömür öncelikli yatırım olarak kabul ediliyor, ancak bu nedenle o bölgeler daha çok çevre kirliliğine maruz kalıyor, daha çok ısınmaya sebebiyet veriyor. Belki Türkiye 1950’li yıllarda böyle bir politika uygulayabilirdi ama artık böyle bir dünyada değiliz. Çağımızda daha modern ve temiz üretim biçimleriyle kalkınmak mümkünken ve Türkiye’nin bu kalkınma stratejisi ile uyumlu kalifiye insanı yetiştirebilecek potansiyeli varken bundan geri durması bir önceliklendirme sorunu olduğunu gösteriyor. Türkiye hem Paris Anlaşması gibi anlaşmalarda söz sahibi olarak sürdürülebilir kalkınmaya yönelik niyet beyan ediyor hem de kalkınmayı fosil yakıtlara bağımlı şekilde gerçekleştirmeye çalışıyor; hâlbuki önceliklendirme yapılırken birbiriyle çelişmeyecek politikalar öne sürülmeli.”

Politika yapıcılarda iklim değişikliğiyle ilgili politika uygulamanın büyümeyi yavaşlatacağına dair bir algı olduğuna dikkat çeken Acar, bu algının yanlış olduğunu ve örneğin önerdikleri paket uygulanırsa, hiçbir şey yapılmadığı bir senaryoya kıyasla milli gelirin reel anlamda %7 daha yüksek olacağını vurguladı: “Politika yapıcılar, ‘biz gelişmekte olan bir ülkeyiz, büyümemiz lazım, daha çok sanayileşmek ve bu nedenle daha çok kirletmek durumundayız’ diye düşünüyorlar; ancak önemli olan bu sanayileşmenin nasıl olacağı. İklim değişikliğiyle ilgili politika yapmak ekonomiyi daraltmaz, aksine büyütür.”

“Türkiye fosil yakıtlar açısından çok zengin değil ama yenilenebilir enerji potansiyeli çok yüksek”

Türkiye’nin enerji güvenliğini dert etmesi gereken bir ülke olduğunu ancak bugüne kadar sadece kaynaklara ya da enerjiye erişim konusuna önem verdiğini ifade eden Doç. Dr. Sevil Acar, “Türkiye fosil yakıtlar açısından zengin olmadığı halde fosil yakıtla çalışan santralleri beslemek için çok fazla ithal kaynak kullanmak zorunda kalıyor.  Kömürü de doğalgazı da ithal etmek zorundayız ve bu hem ekonomik hem de çevresel anlamda çok irrasyonel bir tablo. Sadece sanayi ve enerji sektörlerinde değil, ulaştırma sektöründe de fosil yakıtlara bağımlılık var. Türkiye bunları ithal etmeye devam ettikçe cari açık probleminin çözülmesi de mümkün değil,” ifadelerini kullandı.

Yenilenebilir enerji potansiyelinin yüksek olduğu Türkiye gibi bir ülkede hem devlet hem de özel sektör eliyle bu potansiyeli değerlendirmeye yönelik yolların açılması gerektiğinin altını çizen Acar, şu ana kadar kurulu gücün sadece %13’ünün güneş ve rüzgâr gibi kaynaklardan elde edildiğini aktardı: “Güneş enerjisi potansiyelinde Türkiye, Almanya, Çin, ABD ve Brezilya ile birlikte dünyada ilk 5’te yer alıyor. Rüzgâr enerjisinde de Avrupa’da en yüksek potansiyele sahip ülkelerden biriyiz. Farklı yenilenebilir enerji kaynakları da söz konusu ancak biz raporda çevreye daha az negatif etkisi olduğu için sadece bu ikisine odaklandık.”

Bugüne kadar fosil yakıtların ve yenilenebilir enerjinin aynı anda teşvik edilmesinin çelişkili bir durum yarattığını ifade eden Doç. Dr. Acar, yakın zamanda verimli çalışmadığı halde yerli kömür kullanan santralleri ayakta tutabilmek için kapasite ödemesi adı altında yeni bir aktarım mekanizmasının yürürlülüğe girdiğine dikkat çekti: “Kömür sektörü başka hiçbir sektörün yararlanmadığı avantajlardan yararlanıyor, oysa sadece fosil yakıtlardan destek çekilmesi bile önemli bir fark yaratacaktır.”  Önerilen 4’lü iklim değişikliğiyle mücadele politikasının uygulanması durumunda 2040 yılında toplam enerji üretiminin %55’inin güneş ve rüzgârdan elde edilebileceğini paylaşan Acar, bu sayede karbondioksit salımlarının da hiçbir iklim politikasının uygulanmadığı senaryoya göre %19 daha az olacağını ifade etti: “Sadece bu kısıtlı paket uygulandığında bile hem emisyonların azaltılmasında hem de gelir ve istihdamın daha eşitlikçi ve sürdürülebilir bir kalkınma patikası içinde artırılmasında daha iyi bir yerde olacağız. Diğer bir ifadeyle aktif iklim politikası uygulamak Türkiye için her açıdan faydalı.”